San Francisco‘daki hayatımın büyük bölümünü, sırf okuluma yakın diye, şehrin en sisli ve depresif bölgesinde geçirdim. Bir ucunda Pasifik Okyanusu’na tepeden bakan Cliff House, diğer ucunda da senelerce hem okuyup hem de çalıştığım okulum. İlk oturduğum garajdan bozma evin dibindeki Ton Kiang (San Francisco‘daki en sevdiğim Çin lokantası), ondan beş altı blok uzaklıkta, duvarları efsanevi buz patenci Kristi Yamaguchi‘nin posterleriyle sıvanmış, hayallerinizin de ötesinde lezzetli burgerleri olan Buffalo Burger ve içinde Türkiye’den gelen arkadaşlarımı komik pozlar vermek üzere sürükleyerek götürdüğüm, yanından alt alta dört tane siyah beyaz fotoğraf fırlatan fotoğraf klübesi ve içine para attıkça sinir bozucu kahkahalar atan Laffing Sal olan Musée Mécanique olmasa, bir daha da uğrar mıydım bilemiyorum.
Ne zaman oradan taşınıp San Francisco‘da ilk defa tek başıma yaşamaya başladım, hayatım değişti. San Francisco‘nun tadına varmaya başladım. Şimdilerde sadece Palace of Fine Arts’ın tepesindeki kameradan seyredebildiğim Marina’ya beş dakika yürüme mesafesindeki evim, birbiri ardına dizilmiş restoran ve cafeler olan bir caddeyi kuşbakışı seyrediyordu.