Uzun bir süredir, kitap için neye elimi atsam mahvediyorum. En çok içimi acıtan, arkadaşımın Trabzon’dan getirdiği, yemeye kıyamadığım bir kilo mis kokulu üzümün çöpe gitmesi oldu.
Tarife şahane bir isim bulmuştum. Hikayesi, hatta yazının giriş paragrafı bile hazırdı. Kafamda kurguladığım paragraf o kadar çok hoşuma gitti ki, içimden bunu bloga yazamam, kitap için saklamalıyım dedim… Heba olacağını bilseydim en azından oturup afiyetle yerdim.
Bir de bu sıralar bir tıkanıklık söz konusu. Sabah kalkıyorum; aklımda bir sürü fikir. Kahve yap, e-postaları oku, yorumlara cevap ver derken kitabın başına oturuyorum ve tıkanıyorum. Aklıma gelen fikirler aniden cazibesini kaybediyor. Derken bu kitap Eylül’e nasıl yetişecek endişeleri başlıyor… Bir bakmışım birkaç saat boşa geçmiş. Bütün bunların üstüne, hava da erken kararmaya başladı ya, bir anda gün bitti hissine kapılıyorum. Karnım acıkıyor, buzdolabındaki temizleyip istiflediğim salata malzemelerini bile doğrayıp salata yapmak büyük bir vakit kaybı gibi geliyor. Karnım guruldayarak iş yapmaya çalışıyorum.